Bu proje, insanların hayatında olan en önemli kavramların posterlerini yapma fikriyle ortaya çıktı. Bir süre ilerledikten sonra tıkandığımı, projenin ilerlemediğini farkettim ve insanlarla ilgili en önemli kavramları doğrudan insanlara sormaya başladım.

Asıl soru ''Senin olmazsa olmazın ne?'' idi. Ama kişiye, tanışıklığa, zamana, mekana, konuşmanın ilerlemesine ve bunun gibi etkenlere göre farklı şekillerde sordum sorumu.

Ucu bucağı olmadan sordum sorumu. Kısıtlama getirmeden, keskinleştirmeden...
Genellikle klişe olan cevapları attım. Ama bazı klişeler de olmazsa olmazdı.

Sonuç olarak, 100 olmazsa olmazı; 100 kısa hikayede, 100 posterde bir araya getirdim.
HERKES KENDİ PROPAGANDASINI YAPTI!
Keyif vermesi dileğiyle...
leblebi
Yaşından beklenmeyecek kadar bilgisinden emin, çok hızlı bir şekilde arda arda sebeplerini sıraladı:
“Mideyi rahatlatır, çok az yağ içerir ve içinde bulunan yağlar bize yararlıdır.
Tokmuşsun gibi hissedersin, şişman insanlar için iyidir.
Bi' de tadı çok güzel...”
 
çay
Hızlıca sorumu sordum; cevapladı:
“Çay desem olur mu yavrum? Yersen peynir ekmek de vereyim?”
masal
Henüz 3 yaşında, yaşının anlayabileceği şekilde soruyorum.
Annesinden masal dinlemezse uyuyamazmış.
Konuşurken heyecanlanıyor, gözlerinin içi parlıyor ve beni odasına davet ediyor.
Masal kitaplarını göstermek istiyormuş.
Odasında minik sevimli, sanki çizgi filmlerden çıkmış gibi karikatürize pembeli turunculu masal kitaplarından oluşan bir kütüphanesi var.
Kesinlikle bir çocuk gibi değil, bir yetişkin gibi hatta bir sahaf gibi özenli davranıyor masal kitaplarına karşı.
Kitapları sırt renklerine göre gruplandırıp yerleştirmiş kütüphanesine.
En sevdiklerinden sayfalar açıp, illüstrasyonlara bakarak sayfaları anlatıyor.
Bununla da kalmıyor, masalın başını ve sonunu da bilmem gerektiğini düşündüğü için olsa gerek, kısaca özetliyor bana masalı.
Saatlerce kitaplarını gösteriyor; anlatıyor, anlatıyor...

Ve söz kendini anlatmaya geliyor…
O da beyaz atlı prensini bekliyormuş, ama onunki biraz farklı bir prens olmalıymış.
''Benim prensimin çok güçlü olması lazım, çünkü masal kitaplarımın hepsini yanımızda götüreceğiz'' diyor!
hatalar
''Her gün hatalarımı biriktiriyorum, biriktiriyorum, biriktiriyorum.
Gün bitimine kadar biriktiriyorum.
Küçük bir poşete koyuyorum hepsini.
Sonra eve gidip meyve sıkacağına atıyorum tüm hatalarımı.
Hepsinin toplamından, sindirimi kolay, aşırı derecede yararlı ama biraz acı bir içecek hazırlıyorum.
Konsantre tecrübe.''
insanlar
Uzun uzun anlatmıştı bana, sonra tesadüfen bir yerde orijinalini okudum.
Arthur Schopenhauer'e aitmiş.
''Soğuk bir kış sabahı çok sayıda kirpi donmamak ve ısınmak için bir araya toplanır.
Ama kısa süre sonra oklarının birbirleri üzerindeki etkilerini görüp yeniden ayrılırlar.
Isınma gereksinimi onları bir kez daha bir araya getirdiğinde okları yine kendilerine engel olur ve iki kötü arasında gidip gelirler, ta ki birbirlerine
katlanabilecekleri uygun mesafeyi bulana kadar!
Bunun gibi, insanların hayatlarının boşluğundan ve tekdüzeliğinden kaynaklanan toplum gereksinimi onları bir araya getirir, ama nahoş ve tiksinti verici
özellikleri onları bir kez daha birbirinden ayırır.''
viski
"Viski üstadım…
Zaten ofiste çok yoruluyorum, hele bu aralar işler çok yoğun.
Devamlı yurtdışı seyahatleri, toplantılar, planlamalar, raporlamalar…
Akşam eve gidince rahatlamam gerekiyor.''
harfler
Uzun yıllardır tanıdığım, saygı duyduğum, kültürlü bir insan vardı karşımda.
Kendini her anlamda yetiştirmiş tam bir beyefendi.
Tüm heybetiyle karşımda oturuyordu.
Direk sorarsam çok anlamsız olacağını düşündüğüm için uzunca bir süre sohbet ettik.
Bilirsiniz, böyle kültürlü insanlarla konuşmak çok keyiflidir ve her konudan bir öykü, bir hikaye çıkabilir.
Sohbetimiz tam da öyle devam ediyordu. Konudan konuya geçiyorduk.
O anlatıyordu, ben ise konuyu devamlı istediğim yere çekmeye çalışıyordum.
O kadar çok biliyor ve o kadar çok anlatıyordu ki anlattıklarının çeyreğini bile ele alıp üzerine düşünsem birçok hikaye çıkardı.
Maden bu kadar derinse, direk cevhere ulaşmak daha mantıklı geldi.
Daha fazla uzatmadan sorumu sordum.
Yaşından beklenmeyecek kadar hızlı bir şekilde ard arda sıraladı:
“Harfler, kelimeler, cümleler, lisan…”
Neden diye sordum; ağır ağır konuşmaya başladı:
“Harfler olmasa iletişim olmazdı. Saatlerce sohbet ettik, keyiflice...
İletişim olmasa nasıl yapardık bunu? Hayvanlar gibi birbirimizi koklasak bu kadar derine inebilir miydik? Sen bana bunları soramazdın, şu an yaptığın gibi not alamazdın.”
Tam bu sırada duvarda yıllardır asılı duran bir poster dikkatimi çekti.
Fotoğraf kağıdına basılmış, özenle çerçevelenmiş ve oldukça büyük ebatlarda siyah zemin üzerine beyaz tek bir harf vardı. Küçük a harfi...
Hiç sormamıştım o posterin sebebini, sadece form olarak sevdiğini düşünmüştüm yıllarca.
Sadece seviyordu da aslında ama tahmin ettiğim gibi değil.
Ben posteri belli etmeden incelerken o konuşmasına devam ediyordu.
''İşte harf de iletişimin en küçük yapı taşı gibidir.
A, b, c olmazsa bunların hiçbiri olmazdı, hiçbir şekilde insanlık gelişemezdi!”
Sonra masanın üzerinde duran birkaç kitabı eliyle işaret etti.
Üst üste konmuş en az otuz kitap vardı. Bazılarının sırtlarını okuyabiliyordum.
Avrupa Tarihi, Bilinmeyen Yakın Tarihimiz, Osmanlı Padişahları...
''Bak işte, harfler olmasaydı hiçbiri olmazdı…"
rutin
“Ben burda ne arıyorum”' diye sorguladığım bir ortamda garip hareketlerini farkedince, farklı bir cevap alma umuduyla konuşmaya çalıştığım otuzlu yaşlarında bir memur.
Ve muhabbetin ilerlemesi sonucu gelen cevap:
"Hergün 6.45'te saatim beni uyandırır.
Hergün 7.00'de kahvaltıya otururum.
Hergün 7.30'da evimden çıkarım."
Dakikası dakikasına çok net verilerle konuşmaya devam etti.
Mesaisini, eve geri dönüşünü, akşam yemeğini, televizyon karşısında geçirdiği saatleri...
Ve bitirebildi sonunda...
"Hergün 11.30'da yatağıma yatmış olurum" dedi ve gururla gülümsedi.
Yaptıklarının sıkıcılığı ve tekdüzeliği onu ilgilendirmiyordu.
Tek derdi herşeyin son derece planlı olması ve bu planı uygulayabiliyor olmasıydı.
Yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu, gurur duyuyordu kendi ürünü olan bu planlamayla.
Sanki eski savaş filmlerinden çıkmış gururlu ve kararlı bir komutan gibi gülümsüyordu.
Bir tek yüzünde o uhrevi, o ilahi, o tanrısal ışık eksikti.
...
Bu konuşmadan sonra onu bir daha da görmedim.
şöbiyet
Misler gibi kokan tereyağı, şerbet ile ahenk içinde kaymak ve bir de o muhteşem antep fıstığı...
Görünce dayanamadığım, o varken baklava da dahil hiçbir tatlının hiçbir anlam ifade etmediği, dünya dışı mükemmel canlı…
cesaret
Çok önemli bir insandan alıntı yaparak cevap verdi:
“Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür. Yavuz Sultan Selim”
eski
Eski filmler, eski arabalar, eski dostluklar, eski müzikler, eski sokaklar, eski insanlar...
Hepsi şimdikilerden daha gerçek daha samimi daha içten daha sıcak.
kediler
Benim en iyi dostum ve ev arkadaşım. Her zaman beni mutlu etmeyi bilen bir bakışı var.
Erkek kardeşim çok salak baktığını söylese de biliyorum ki öyle değil.
Kesinlikle çok iyi bir dost ve kesinlikle nankör filan değil/değiller.
Sadece kendi karakterleri var. Aynı bir insan gibi istediği şeyi yapıyor, istemediği hiçbir şeyi yapmıyor.
İnsanlar komut verip sonuç görmeye çok alışmışlar.
Bunu kedilerde göremedikleri için de sanırım kediler nankör oluyor.
huzur
"Huzur" dedi elindeki eski bir ayakkabının sökülmüş dikişlerini tamir etmeye çalışırken.
Eski tahta bir taburede oturuyordu.
Tamir ettiği ayakkabıyı iki bacağı arasına sıkıştırmıştı ve başı önündeydi.
Elindeki ayakkabının derisi ile maharetli ellerinin derisi arasındaki tek fark sıcaklık gibi görünüyordu.
Eskimiş çizgileri, kalınlığı, yıpranmışlığı kısaca herşeyi aynıydı.
Tam kafasının üzerinde, sadece tamir ettiği ayakkabıyı görebilmesine yetecek kadar, küçük bir ışık yanıyordu.
Tamir edilmeyi bekleyen diğer ayakkabılar ise raflarda üst üste duruyordu.
Rafların olduğu duvarda yamuk, tozlu ve yıpranmış bir çerçeve vardı.
Çerçevenin içinde bir aile fotoğrafı. Anne, baba ve iki küçük kız çocuğu.
Yıllardır dokunulmamış gibi tozluydu çerçeve. Etrafındaysa rutubet ve deri kokusu birbirine karışıyordu.
Böyle bir ortamda ''Huzur'' demişti.
Çok uzun yıllar boyunca o huzuru aramış, ama bulamamış gibi bakıyordu ''Huzur'' derken.
Aslında herkesin verdiği cevap ''Huzur''du.
Aşklarını, sevgilerini, takıntılarını ya da alışkanlıklarını söylediğini sandı hepsi.
Tüm söylenenlerinse tek bir cevapta toplandığını sadece o ihtiyar ayakkabı tamircisi söyledi.
Döküldü cümleler ihtiyar dudaklarından.
''Eskiden bir ara sokak vardı. Duvarında şöyle yazıyordu:
Huzur. 50 metre ileride solda. Bir dükkan adımıymış neymiş. Taşınmış.''
Yeni yeni farkediyordum, sesi çok pusluydu; karanlığı, rutubeti ve deri kokusunu tamamlıyor gibiydi adeta…
''Şimdi o sokak var mı bilmiyorum. O sokakta o yazı var mı bilmiyorum. O şehir yerinde duruyor mu onu da bilmiyorum, umrumda da değil aslına bakarsan.
Gençliğimde huzur hep 50 metre ilerimdeymiş gibi davrandım, hep ona varabilecekmişim gibi geldi; uğraştım ona varabilmek için.
Sonra bir gün tam huzura vardım sandım ki 'o' gitti. 'O' gidince çok fazla uzaklaştım huzurdan. Huzur ne demek unuttum.''
Sözünü bitirince yavaşça sağına döndü; ufak, çekiç gibi birşey aldı eline ve yeniden işe koyuldu.
Sinirlenmiş gibiydi, yüzünde acı bir ifade vardı.
Yüz çizgileri öyle derindi ki mimiklerini çok net görebiliyordum.
O ufak çekiçle ayakkabının tabanındaki çivilere olanca gücüyle vuruyordu.
Yüzündeki ifade hiç değişmeden bir süre sadece işine odaklandı.
Sonra durdu, başını kaldırmadan bana doğru döndü: ''Bi’ cigaran var mı?''
Cigaralarımız bittikten sonra ordan ayrıldım.
Dükkandan çıkar çıkmaz elim direk not defterime uzandı: ''Huzur. 50 metre ilerde solda.''
çalışmak
Öğrenciyken "işsiz kalmazsın sen" denilen bir bölüm değildi okuduğu.
Çok önemli bir şirkette de çalışmıyordu.
İyi bir maaşı da yoktu aslında.
Ama o "Çalışmak" dedi ve ekledi "İnsan çalışmazsa ne işe yarar ki? Arı gibi çalışmak gerek!"
istanbul
Hergün ana avrat dümdüz gitsemde İstanbul...
İşini çok iyi yapan, her müşterisini kendine aşık eden bir fahişe gibi.
Üstünden geçmeyen kalmamıştır, ama yine de onunlayken kendini özel hissedersin.
O vücut, o ten ve o beden sadece sana aitmiş gibi hissedersin. İçin içini yer bir taraftan da…
O bir fahişedir, yaptığı iş kötü görülür; ama o toplumun uçkuruna hizmet eder!
Ağzı bozuktur ve hatta kimilerine göre mide bulandırıcıdır.
Görmediği, tanımadığı, hissetmediği insan kalmamıştır. Hem de istemeye istemeye...
Ama işini öyle iyi yapar, seni öyle çok hisseder ki ona aşık olmak istemezken olursun/olmuşsundur.
İstanbul gibi...
kurnazlık
Genelde bana bu kadar başırıyı nasıl elde ettiğimi sorarlar.
Sen başka bir şey sordun, ama aslında cevap aynı.
Tilki gibi kurnaz olmazsan başarılı olamazsın.
Benim başarımın sebebi de olmazsa olmazım da bu.
filtre kahve
''Gözümü açar açmaz filtre kahve...''
keyif
Eski bir dostumla Ankara'da küçük ve salaş bir meyhanedeyiz.
Serin geçen bir temmuz ayında, gece yarısını çoktan geçmişiz.
Birbiriyle sarmaş dolaş olmuş sigara dumanı ve anason kokusu Ankara'nın serinliğine karışıyor.
Masaların çoğu boşalmış; kalan masalarda ise çok fazla konuşulmuyor.
Alkollü keyif gecelerinin sonunda yaşanan sessizlik yaşanıyor hepsinde...
Hani o an vardır ya kafa ‘güzel’ olmuştur artık; susmak gerekir, tadını çıkarmak gerekir...
İşte tam o andayız...
Neredeyse tamamen sessiz.
Sadece bir udun ve solistin sesini duyuyorum.
''Menekşe gözler hülyalı, bakışları çok manalı. Gönül yakıcı o gözler, meğer ezelden sevdalı…''
Eski dost sessizliği bozuyor:
“Ulan şu keyfimiz de olmasa yaşadığımızı anlamayız be!”
Onun da kafası güzel, düzgün konuşamıyor.
Kaldırıyor kadehini, “Hadi oğlum ya, çok yavaş gidiyorsun sen!”

Menekçe Gözler Hülyalı
Beste-Güfte: Yesârî Asım Arsoy
ekmek
"Ekmeksiz yeme, doymazsın."
muhabbet
Kunduracılar çarşısındayım.
Dar bir sokaktaki dükkanın önünde, birkaç dükkan sahibiyle, taburelerde oturuyoruz.
Etrafımızda üst üste konmuş düzinelerce ayakkabı kutusu var.
Sokağın karşısına denk gelen iki dükkan arasında olabilecek en yüksek yerden dar sokağı tamamen kapatacak şekilde kumaşlar gerilmiş.
Sokak devamlı ıslatılıyor ki toz kalkmasın, serin olsun...
Hemen yanımızda, diğer dükkanın önünde, yine taburelerdeki iki kişi hararetli bir şekilde tavla oynuyor.
Yoldan geçen diğer esnaflar tavla oynayanlardan birine devamlı yükleniyor.
Herseferinde mars oluyormuş.
Yenilen pehlivan güreşe doymaz, koltuğunun altını hazırla, yengeye haber verelim mi, marsa gidersen bu gece eve dönemezsin...
Tavşan kanı çaylarımız henüz gelmiş.
Muhabbet çok koyu. Devletten, enflasyondan, her şeyden konuşuluyor.
Konuyu zorlaya zorlaya getirmek istediğim yere getiriyorum ve cevap geliyor:
''Bütün gün müşteri gelsin de iki kuruş satış yapalım diye bekliyoruz, şurdaki muhabbet de olmasa vakit geçmez.''
kesinlik

"Biraz daha açıklayabilir misin?" dedi.
Konuşmak değil, konuşturmak istiyordum, kısaca cevap verdim.
"Ne gibi?"
"Mesela asgari yaşam şartlarına sahip olacak mıyım?"
"Nasıl olsun isterdin? "Ona göre cevap vereceğim."
"İki türlü de cevap versen?"
"Yok olmaz öyle, kesin olması lazım."
"Aklına ilk geleni söylesen?"
"Tamam söylerim de neye göre söylerim o belli değil. Biraz daha açsan, netleştirsen?" Onun netleştirmesini istiyordum aslında, cevabı o şekillendirsin istiyordum. Yapmıyordu.
"Sen netleştir nasıl istersen."
"Yok yani böyle havada kalıyor herşey."

Aslında cevabı verdi. Onun için herşeyin kesin olması gerekliydi.
Bu kadar basit bi soruda bile bu kadar çok sorguluyordu.
babam
Her istediğimi yapmadı. Her istediğimi almadı. Hep zorladı beni. Hep sorun çıkardı.
Önceleri içten içe rahatsız olurdum; ama şimdi geriye dönüp baktığımda o kadar değerli şeyler verdi ki bana…
Bana kendi ayaklarımın üzerinde durma gücünü verdi.
Bana istediklerimi kendi kendime yapabilme gücünü; bunun için de çalışma, başarma gücünü verdi.
penye iç çamaşırı
Diğerleri çok terletiyor hocam. Penye olması lazım. Penye iyidir, penye güzeldir.
yürümek
''Ben yürüyemeyen biri olarak doğdum'' diyor.
Yanyana bir bankta oturuyoruz. Önümüzde yürüyüş yolu var.
Elindeki sudan bir yudum daha alıyor, sonra terini siliyor ve konuşmaya devam ediyor.
''O kadar çok tedavi yöntemi uygulandı ki tam oluyor işte bu kez tamam derken yine olmadı yine bacaklarım tepki vermedi.''
''Annem, canım annem benim, ne çok uğraştı. Ne çok taşıdı beni hastanelere, doktorlara…''
Özellikle ilkokulda çok zorlandım. Bilirsin, çocuklar ilkeldir; herşeyi direk söylerler, lafı dolandırmadan, kibar olmaya çalışmadan.''
İster istemez gözüm bacaklarına kayıyor.
Devamlı hareket halindeler ve şimdiye kadar hiçbir sorunları olmamış gibi duruyorlar.
Bacaklarına baktığımı farkediyor.
''Evet artık bir sorun kalmadı. Sonunda başardım.
Ama o kadar yıl yürüyemedim ya şimdi yine bir şey olursa diye çok korkuyorum.
Yine yürüyemezsem sanırım ölürüm.
15 yıl geç başladım yürümeye ve bu saatten sonra yürüyememek gibi bir şey benim için imkansız.
Her ne olursa olsun günde en az bir saat yürüyüş yapmam lazım.
Hergün o başarmanın hazzını tekrar yaşamam lazım.''
çizgi roman
''...evet işte benim için kesinlikle hobi değil, tam anlamıyla olmazsa olmaz.
Evimde kocaman bir oda ayırdığım bir koleksiyon, 30 yılımı verdiğim bir yaşam biçimi adeta...
Çoğu insana bundan bahsettiğimde dalga geçer gibi çocukmuşum gibi bakar yüzüme…
Halbuki sinemadan sonra 8. sanat olarak kabul ediliyor artık!''
çözüm
''Bazen ortada bir sorun vardır.
Hiç suçun yoktur; ama bu tüm hayatını, etrafındakileri, sevdiklerini, sosyal yaşamını hatta sağlığını bile etkiler.
Ve tek sorumlusu sensindir.''
Konuşmak bile istemiyor gibi…
Konu hakkında konuşmak istememek değil, sanki nefes bile almak istemiyor gibi.
Hiçbir şeyden zevk almıyor gibi.
Her şey anlamsız gibi.
''Nasıl olur diyorsun değil mi? Sorun varsa, sorumlu sensen nasıl suçun yok diyorsun değil mi?
Yaşamadan bilinmez ki...
7 ay önce biri gelip bana bunu söylese ben de inanmazdım.
'Çözüm bulamıyorum' dese,'tırmalamaktan parmaklarım kırıldı' dese, 'hiçbiri umrumda değil, yalnızca o'na karşı mahçup olmak istemiyorum artık, ama yapamıyorum' dese...''
Birden durdu. Uzatmak da anlamsızdı. Çözüm yoktu.
''Neyse, boşver işte... ''
susmak
''50 yıldır susuyorum oğlum ben, ne söyleyim sana şimdi?''
bilgi
Sanki bir sinir anının üstüne denk gelmişti konuşmamız.
''İnsanı öküzden ayıran bazı şeyler var. Bunlardan en önemlisi de bilgi.
Öküz gibi boş gelip boş gitmemek lazım, doldurmak lazım beyni.''
bisiklet
''Bisikletini bi' tur versene'' gibi arkadaş canlısı soruların sebebi.
ideoloji
''İdeolojisi olacak insanın.
Neysen belli olacak.
Rengin belli olacak.
Gittiğin hedef, yürüdüğün yol belli olacak.
Öyle ortalarda olunmaz.
Ya siyahsındır ya beyaz.
Öyle gri olunmaz.''
dostum
Etrafında dostum diyebileceğin birileri var mı?
Dostluk yalanı ortaya çıkana kadar sımsıkı sarıl onlara.
Gerçek dost diye bir şey yok, dostluk yalan.
Sadece o yalan ortaya çıkana kadar gözlerini kapat ve gerçekten dostun varmış gibi davran.
Belki mutlu eder seni.
Gözlerini açman gerektiğinde zaten her şeyin farkına varırsın.
gül
Bülbül'e sordum, ''Gül'' dedi.
kağıt mendil
Mutlaka çantamda bulundururum. Özellikle dışardaysam, kapıları açmak için kullanıyorum.
Öyle herkesin dokunduğu yere dokunamam ben. Yağlı ve kaygan birşeyler geliyor elime her seferinde, içim almıyor.
nefret
''Bazen bir hareketimden nefret ettiğim için tekrarlamıyorum.
Bazen de bir insanın bir hareketinden nefret ediyorum. Ya o insanı hayatımdan çıkartıyorum ya da o hareketi yapmıyorum.
Bazen yaşadığım bir olaydan nefret ettiysem,o olayın tekrarlanmaması için mücadele ediyorum.
Bazen yediğim bir şeyden nefret ediyorum ve bir daha yemiyorum.
Bazen dinlediğim bir müzik, bazen bir kitap, bir film...
Her şeyden nefret edebilirim.
İnsanlar sevdikleriyle şekillendirir hayatlarını ama sanırım ben biraz tersten gidiyorum.
Seneler önce bir söz duymuştum.
Albert Camus'un bir sözü. ''İnsanı akıllı yapan tek şey nefrettir.'' demiş.
Bu sözden çok fazla etkilenmişim sanırım.
Hatalardan, hatalarımdan nefret ettikçe, onları hayatımdan çıkarttıkça daha düzgün bir hayatım oluyor.
tam
Dedem, hep, bir işi yapıyorsan tam yap derdi.
Benim tek derdim o.
Zamanında, doğru ve eksiksiz yapmak.
İnsanlar takmışlar mükemmeliyetçisin, hiçbir zaman mutlu olamazsın filan...
Alakası yok halbuki...
gurur
Ben bir alkoliğim; ama tam 11 yıl 3 aydır ayık bir alkoliğim.
Senelerce süründüm, içtim, sapıttım, dağıttım…
Tahmin bile edemeyeceğin şeyler yaptım.
O kadar dibe vurdum ki alkol parasını ödeyemeyeceğimi bile bile hergün farklı bir bara gidip içiyor sonra da lavaboya gider gibi kaçıyordum.
Hatta bir keresinde yangın merdiveninden kaçmaya çalışırken 3. kattan aşşağı kafa üstü düşmüşüm. Gözümü acilde açtım.
İşte o günden sonra karar verdim. O beni bitirmeden ben onu bitirdim.
Ve bu yaşadığım sürecin tamamıyla gurur duyuyorum.
11 yıl 3 aydır ayık olmamla da yangın merdiveninden düşmemle de o düşüşten yüzümde kalan izle de...
Çünkü hepsi ''ben''; hepsi benden birer parça!
İşte ben bugün yaşadıklarımdan ders alabildiysem, şu an neyi yapıp neyi yapmamam gerektiğini biliyorsam bununla gurur duyuyorum.
Ama bana güç veren bu gurur olmazsa işte o zaman ''o'' beni bitirir.
yasak
Hayatımda yasaklar olmalı ki delebileyim.
''Yapma'' denilmeli ki onu yapmak aklımda yoksa bile aklıma düşsün.
Hatta sırf yapma denildi diye yapayım, başıma tonlarca iş gelsin bu yüzden.
İnsanlar karşıma geçip ''Biz demiştik'' desinler.
Ben her seferinde başarısız olayım; her seferinde biraz daha düşeyim ve her seferinde tekrar yerden kalkabilmenin hazzını yaşayabileyim.
tutku
Üniversiteden bir hocası, 1960 ve 1970’lerin ilk yıllarında çok revaçta olan, aşırı güçlü Muscle Car denilen eski American arabalarıyla ilgili bir kitap hediye etmiş.
''Hani birine kitap hediye ederken ilk sayfasına güzel bir şeyler yazılır ya işte öyle bir şeyler yazmıştı hocam.
Ama öyle basit bir şey değildi.
Kitabın girişinde yazan yazıdan belliydi beni çok iyi tanıdığı, çok iyi anladığı... Şöyle yazıyordu:
İnsanları farklı kılan bir şey de tutkularıdır. Tutkularının yönüne doğru, iyi yolculuklar...”
zeka
“Aptallık en büyük günahtır” demiş Oscar Wilde...
mutluluk
“Mutluluk” diyor üniversite sınavlarına hazırlanan bir genç.
Uzun uzun anlatıyor gelecek plalarını, üniversitede okuyacağı bölümü, sonrasını, kuracağı aileyi, spor arabalarını, villasını...
Bunların hepsini kesinlikle yapabileceğinden ve işte o zaman mutlu olacağından bahsediyor.
O bunları anlatırken yaşlıca bir amca yanımıza gelip ayakta duruyor.
Bir şey söyleyecek gibi yüzümüze bakıyor. Duraksıyor.
Ne söyleyeceğini düşünür gibi değil de ‘söylesem mi söylemesem mi’nin kararını verememiş gibi...
Kararını verip genç delikanlıya dönüyor.
“Hiçbiri seni mutlu etmeyecek. Bu saydıklarını yapamazsın demiyorum, ama yaptığında da başka şeyler isteyeceksin. Hiçbir zaman tamamen mutlu olamayacaksın. Tamamen mutluluğu yaşayamadan gideceksin, çünkü sen bu dünyaya ait değilsin!”
Çocuk dalga geçer gibi gülümsüyor.
“Evet amca, tabi haklısın sen de!”
pantolon askısı
Çok iyi bir espri duymuş gibi gülerek cevap veriyor:
“Göbek biraz fazla ya (biraz değil oldukça fazla) işte bu olmayınca pantolon da durmuyor, düşüyor.”
ölüm
"Ölüm" dedi. 30-35 yaşlarındaydı. Bu cevabı vermek için sanki biraz gençti.
Nedenini sorduğumda ise, önce kısa bi giriş yaptı: "Bak önce şunu söyleyim; Hiçbir sağlık sorunum yok.
Sağlığım %100 yerinde."
Sonra devam etti... "Tüm insanların aslında herkesin tek gerçeği ölüm. Dünyanın başlangıcından beri ölmeyen tek insan oldu mu? Hayır. Bunun dışındaki ne varsa binlerce insan yapmadı ya da yapamadı aslında. Ama hepsi öldü. Etrafına baksana. Hepsi ölmeyecek gibi yaşıyor, tüm söylemler ona göre. Yarın yaparız, haftaya yaparız, önümüzdeki ay, önümüzdeki sene yaparız. Ama aslında hepsi farkında. Tek gerçekleri bu. Hepsi ölecek. Sanki öleceklerini bilmiyorlarmış gibi, her ölüm gibi erken, her ölüm gibi beklenmedik olacak ölümleri. Ve ölüm olmasaydı aslında hiçbirşey bu kadar değerli olmazdı. Kaybetme korkusu değerli yapar çoğu şeyi. Ölüm en büyük kaybetmektir. İnsan, insan gibi yaşayamazdı ölüm olmasa…"
''Tek gerçeğimiz ölüm.''
Sonlandırdı;
"Aslında ölmek için yaşıyoruz."
back to top